Arka Koltuktaki O Sessizlik: Yaşlı Köpeğimle Yaptığımız En Korkutucu Yolculuk

Arka Koltuktaki O Sessizlik: Yaşlı Köpeğimle Yaptığımız En Korkutucu Yolculuk

Arka Koltuktaki O Sessizlik: Yaşlı Köpeğimle Yaptığımız En Korkutucu Yolculuk

 

Klimayı 22 dereceye ayarladım. Radyo kapalı. Gözüm bir yolda, bir dikiz aynasında.

Arka koltukta yatan 14 yaşındaki köpeğim Paşa’ya bakıyorum. Uyuyor mu? Nefes alıyor mu? Yoksa… kötü bir şey mi oldu?

O sessizlik, bir havlamadan, bir mızmızlanmadan daha korkutucu olabiliyor bazen.

Yaşlı bir köpekle yola çıkmak işte böyle bir şey. Sürekli bir “acaba iyi mi?” endişesi. Sürekli bir tetikte olma hali.

Herkes “bırak artık, eziyet etme hayvana bu yaşta” dedi. Belki de haklılardı.

Ama onu bir pansiyonun soğuk demir parmaklıkları ardında bırakma düşüncesi, bana daha büyük bir eziyet gibi geldi.

Yola çıkmadan bir hafta önce veterinerdeydik. Ben evhamlı bir anne gibi sıralıyorum: “Ya kalbi yorulursa yolda? Ya o yeni başladığımız eklem ilacı yan etki yaparsa? Ya midesi bulanırsa?”

Adamcağız sabırla dinledi.

Sonra dedi ki, “Bak, onu en iyi sen tanıyorsun. Onu neyin mutlu edeceğini en iyi sen bilirsin. Ama bir şartla yola çıkacaksın: Bu, onun tatili olacak. Senin değil.”

O laf beynime kazındı. Bu, onun tatili olacaktı.

Yanımıza bir torba dolusu ilaç aldık. Kalp ilacı, eklem ağrısı için olan, mide koruyucusu… Veterinerin numarasını telefonumun hızlı aramasına kaydettim. Gideceğimiz yerdeki nöbetçi kliniği bile bulup bir kağıda yazdım. Paranoyak gibiydim, evet. Ama başka türlü içim rahat etmeyecekti.

Normalde 4 saatte gideceğimiz yolu, kafadan 7 saat olarak planladım. Hiç acelemiz yoktu.

Her saat başı mola. Mola dediğim de öyle benzinlikte durup bir kahve içmek değil.

Arabayı bulabildiğim en sakin, en yeşil yere çekiyorum. Arka kapıyı bir cerrah hassasiyetinde yavaşça açıyorum. Onu kucağımda indiriyorum, çünkü o yüksek yerden atlaması artık eklemlerine zarar veriyor.

Yanımda getirdiğim, evdeki kokusu sinmiş o eski püskü kilimini yere seriyorum.

Önce suyunu içiyor. Sonra yavaşça, iki adım atıp etrafı kokluyor. Beş dakika sonra yoruluyor zaten. Tekrar kucağıma alıp, arabaya, o sırf bu yolculuk için aldığım ortopedik yatağına yatırıyorum.

Bu bir ritüel gibiydi. Yedi kere, belki sekiz kere tekrarladık bunu. Yedi kere indir, kilimi ser, suyunu ver, geri bindir.

Kalacağımız yeri de ona göre seçmiştim. Merdiveni olmayan, gürültüden uzak, bahçeli, tek katlı bir yer. Hiçbir lüksü yoktu.

Otele vardığımızda, o da yorulmuştu, ben de. Hiçbir şey yapmadık. Valizleri bile açmadım. Sadece bahçeye çıktık. O, çimlerin üzerine uzandı, ben de yanına oturdum. Güneş batarken, yavaşça başını okşadım.

O an düşündüm. Gençken ne maceralar yaşamıştık. Dağlara tırmanmış, hırçın denizlerde yüzmüştük. Şimdi ise en büyük maceramız, bir bahçede yan yana sessizce oturmaktı.

Ve bu, belki de hepsinden daha güzeldi.

Size yaşlı köpekle tatile çıkın diye akıl veremem. Bu çok kişisel bir karar. Çok fazla hazırlık, çok fazla sabır ve bolca endişe gerektiriyor.

Ama şunu söyleyebilirim: Eğer bu yolculuğa çıkmaya karar verirseniz, tüm o listeleri, “yapılması gerekenler” yazılarını bir kenara bırakın.

Sadece onu izleyin. Yavaşlayın. Nefes alıp verişini dinleyin.

İhtiyacı olan tek şey, sizin o yavaşlayan temposuna ayak uydurmanız ve her an yanında olduğunuzu bilmesi.

Günün sonunda, o yorgun ama huzurlu yüzünü gördüğünüzde, doğru kararı verdiğinizi anlıyorsunuz.